Karanlık bir odanın köşesinde değil artık; hayatın tam ortasında yankılanıyor o ses. “İçimde saklı şiddetin izleri…” diye fısıldayan, aslında haykırmak isteyen bir ses. Bir kadının değil yalnızca—bir annenin, bir insanın, bir toplumun içten içe kanayan yarası bu.
Kimi zaman boğazına düğümlenen hıçkırıkla, kimi zaman gözlerinde donup kalan yaşla konuşuyor kadınlar. Yanlarında bir dost, bir arkadaş olsa bile; onlar yine de korkuyor. Çünkü gerçek tehlike dışarıdan değil, çoğu zaman en yakından geliyor.
Her gece korkuyla uyuyup, her sabah tedirgin uyanmak… Bir insanın kaderi olamaz. Olmamalı.
“Kadın erkek eşitliği nerede?” diye soruyor o içten ses.
Soruyor ama yanıt hep gecikiyor.
Ve her geciken yanıt, istatistiklere bir can daha ekliyor.
Daha kaç kadın, kaç anne, kaç çocuk bir sonraki haber bülteninin soğuk rakamı olacak? Kaç hikâye yarım kalacak? Kaç çocuk annesinin korkusunu, sessizliğini, çaresizliğini miras alacak?
Unutmayalım:
Şiddetin en derin izi, vücutta değil; bir çocuğun ruhunda kalır.
Bir kadın eşinden çok şey istemez aslında… Bir parça sevgi, biraz saygı, bir de yan yana yürüyebileceği bir hayat. Ama bazı kadınların payına gözle görülmeyen, ama hayat boyu taşınan yaralar düşüyor.
Adalet istiyorlar.
Çözüm istiyorlar.
Seslerinin duyulmasını istiyorlar.
Ve belki en çok, “Bu kader değil.” denmesini…
Bugün bir kadının fısıltısı yarına çığlık olmasın diye; bir annenin hıçkırığı bir çocuğun kaderi olmasın diye; toplum olarak artık susmaktan, saklamaktan, erteler gibi yapmaktan vazgeçmemiz gerekiyor.
Çünkü şiddetin izleri saklandıkça büyüyor, büyüdükçe kararıyor, karardıkça bizi de karanlığa çekiyor.
Ve o kadın son sözünü böyle söylüyor:
“Yeter… Kadınların çektikleri yeter. Bir umutla bekliyorum. Elbet son olacak. Bu kader değil. Dik durmak gerek, kimse eğilemez başımızı. İçimde saklı şiddetin izleri değişecek, silinecek… Bir gün mutlaka.”
Biz değişmedikçe o gün gelmeyecek.
O halde sorumluluk hepimizin.
Yorumlar
Kalan Karakter: