Evet! İnanan kurtuldu, inkar eden de kahru perişan oldu, zelil oldu, yok oldu. 

Şirk, küfür ve nifak bataklığından kurtulmak için canımızı da veririz malımızı da... Musa (a.s.) dönemindeki sihirbazların dediğinden başka bir şey de demeyiz/diyemeyiz, haddimizi aşmayız: “(Musa’nın değneği, sihirbazların ipleriyle değneklerini yutunca) sihirbazlar hemen secdeye kapandılar ve, “Harun ve Musa’nın Rabbine inandık” dediler. Firavun, “Demek, ben size izin vermeden önce ona (Musa’ya) inandınız ha! Şüphe yok, o size sihiri öğreten büyüğünüzdür. Şimdi andolsun, sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve mutlaka sizi hurma dallarına asacağım. Hangimizin azabı daha şiddetli ve daha kalıcıymış, mutlaka göreceksiniz. Sihirbazlar şöyle dediler: “Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratana seni asla tercih etmeyeceğiz. Artık sen vereceğin hükmü ver. Sen ancak bu dünya hayatında hüküm verirsin. Şüphesiz ki biz; günahlarımızı ve bize zorla yaptırdığın sihri affetmesi için, Rabbimize inandık. Allah’ın vereceği mükafat daha hayırlı ve daha kalıcıdır.” (Ta’ha/70-73) Göründüğü gibi iman bir yaşamdır, bir hayattır. İmanı kurtardığımız vakit kurtulduk, imanı zayi ettiğimiz vakit bizler bütün mal varlığımızla, çoluk çocuğumuzla beraber aslında harap olduk, yok olduk, aşağılananlardan olduk. “Ayetlerimizi inkar edip “Bana elbette mal ve evlat verilecek!” diyen kimseyi gördün mü?” (Meryem/77) ayetinin ifade ettiği bundan başkası değildir.

İmanımıza sahip çıkmamız gerektiği kadar hiçbir şeye sahip çıkmaya gerek yoktur. Hiçbir şey imandan daha değerli değildir. Bu konu kıyas kabul etmeyen yegane mevzudur. Hatta varlığımız da, yaşamımız da Yüce Allah’a hakkıyla iman etmekle mümkündür. Çünkü: “Ey iman edenler! Allah'a ortak koşanlar ancak bir pislikten ibarettir.” (Tövbe/28) diğer bir ayeti kerimede: “Şüphesiz, Allah’ı ve peygamberlerini inkar edenler, Allah’a inanıp peygamberlerine inanmayarak ayrım yapmak isteyenler, “(Peygamberlerin) kimine inanırız, kimini inkar ederiz” diyenler ve böylece bu ikisinin (imanla küfrün) arasında bir yol tutmak isteyenler var ya; işte onlar gerçekten kafirlerdir. Biz de kafirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” (Nisa/150-151) 

Kendimize, enaniyetimize, edindiğimiz eğitime, dayatılan sisteme, içinde bulunduğumuz topluma göre bir iman kurgulayamayız. İmanın şu konusunu sevmiyorum, hoşuma gitmiyor o yüzden almıyorum veya terk ediyorum deme hakkımız yok. Kanunlarla, yönetmeliklerle var olan sistemle çelişiyor deme salahiyetimiz de yok. 

İman herhangi bir lokantada, gelen müşterinin önüne konulan bir yemek menü listesi değildir. Şu yemeği tercih ediyorum ama şu yemekten hoşlanmıyorum, şu kadar alayım, örf ve adetlerimizle uyuşmuyor denilemez her hangi bir konu için. Yüce Allah’ın dilemiş olduğu şekliyle dünya bir imtihan alanıdır. Karşı çıkmamız, diklenmemiz, kabul etmiyorum, hesabıma, kitabıma uymuyor dememiz mümkün değildir. İmtihanın zamanını ve mekanını tercih edemediğimiz gibi şartlarını ortaya koyacak olan da bizler değiliz. Böyle bir yetki verilmiş de değil. Bizden isteyen merci belli, istenenler belli. “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk/2) Bu imtihan alanını ve kurallarını kabul etmeyenler veya beğenmeyip kendilerince hükümler ihdas edenler yeni bir yaşam alanı ve yepyeni bir hayat bulsunlar kendilerine. Allah’ın var ettiği bu muhteşem küreden de çıkıp gitsinler. 

Alternatif bir durum imkansız olduğuna göre Allah’a iman etmek ve serdettiği kurallara uymak zorundayız.

Unutmayın işlediğimiz her amel sahip olduğumuz inancımızın mutlak bir yansımasıdır. 

Bizi biz yapan, kafir, müşrik ve münafıklardan ayıran, cennete sevk ve idare edecek olan en önemli vasfımız tam ve sağlam bir imandır. Hakkıyla iman etmiş bir insanın diğer tüm varlıklardan üstün olduklarını: “Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer (gerçekten) iman etmiş kimseler iseniz üstün olan sizlersiniz.” (Al-i İmran/139) ayetiyle kavrarlar.

Bu vesileyle inancı sağlam olan bir insanın yanlış iş ve işlemlere tevessül edeceği düşünülemez. İnancında bozukluk olan bir insanı da kötülüklerden koruyacak bir engel bulunamaz bu dünyada. 

Suç ve günah konularını kimlerin tarif ettiği, çerçevesini kimlerin hangi amaçla nasıl çizdiği son derece önemlidir. Kimi insana göre suç olan bir konu diğer bir insana göre suç sayılmayabilir. Bazı devletlerde suç olan bazı davranışlar diğer devletler tarafından suç olarak kabul edilmiyor olabilir. İnsanların suç olarak görmediği birçok davranış Allah katında günah ve suç olarak tarif edilmiş de olabilir. 

İnsanlara göre bir doğru, bir yanlış, bir suç, bir inanç çizelgesi oluşturduğumuz vakit Allah’ın Yüce Kitabında serdettiği hükümleriyle çatışmamız an meselesidir. Kendilerine Peygamber gönderilen daha önceki tüm milletlerin ortak özelliği kendilerine göre bir doğru belirlemiş olmalarıdır. “Hayır! Onlar sadece, “Şüphesiz biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, ve biz onların izlerinden gitmekteyiz” dediler.” (Zuhruf/22) Başka bir ayeti kerimede: “Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!” derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna uyacaklar)?” (Bakara/170) 

Bizler Allah’ın vaat ettiği cennetine talipli olduğumuza göre Allah’ın ortaya koyduğu kurallara da doğrulara da yanlışlara da uymamız bir zorunluluktur. Nefsani arzu ve isteklerimizi din edinemeyiz. Aksi taktirde: “Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilah edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?” (Furkan/43) ayetinin muhatabı olabiliriz. Diğer bir ayeti kerimenin bu konuya yaklaşımı daha çetindir: “Nefsinin arzusunu ilah edinen, Allah’ın; (halini) bildiği için saptırdığı ve kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hala düşünüp ibret almayacak mısınız?” (Casiye/23)